Atasoy Müftüoğlu’nun Mekânları

HÜSEYİN SU / YENİ ŞAFAK

Atasoy Müftüoğlu’nun gerek kendi oturduğu evleri, ’70’li yıllarda işlevine ve işleyişine vaziyet ettiği öğrenci (cemaat) evleri, gerek Gazve Kitabevi, gerek Eskişehir Belediyesinde memur olarak çalıştığı günlerde oturduğu odası ve gerekse kapanan son bürosuyla birlikte bugüne dek kullandığı dört ayrı bürosu, yeryüzünün bütün yollarının kesiştiği bir kavşak ve bütün yolcuların uğradığı, konakladığı bir irtibat noktasıydı.

Her insanın derdiyle dertlenilen, sevinciyle sevinilen bir kalbin attığı mekânlardı. Bu mekânlar için ‘yeryüzünün nabzını tutan mekânlardı’ demek, doğru bir tanım olur.

Türkiye’de yetmişli yıllardan itibaren birkaç kuşak; evrensellik, insanlık, İslâm dünyası, İslâm ümmeti, kimlik, bilinç, eleştirel düşünme, sorgulama, dayanışma, en küçük bir umudu bile büyük bir özveriyle büyüterek ufuk hâline getirme, muhaliflik, itiraz etmek, hayır demek… gibi birçok kavram ve tavırların anlamlarını, entelektüel, aydın, sanatçı fantazisi değil, inançla ve bilinçle hissedilebilecek, yaşanabilecek bir düşünce ve hayat olarak önce, Atasoy Müftüoğlu’nun sıcak dilinden, ilişkilerinden bu mekânlarda öğrendi.

Atasoy Müftüoğlu, bu mekanlarda, yeryüzünden söz ediyorsa, işte o an yeryüzü, mutlaka bir mendil gibi önünüze serilir ve başka türlü düşünmeniz de mümkün olamazdı. Yeryüzünün hiçbir köşesi, adını ilk kez ondan duysanız bile, artık size hiç uzak ve yabancı gelmez. Onun anlattığı ülkeyi, doğduğunuz şehirden daha çok bildiğiniz duygusuna kapılırsınız.

İNSANLIK BÜYÜK BİR AİLEDİR

Evrensellik, onun dilinde hiçbir zaman sadece soyut, siyasal, felsefî bir düşünce ve kavramdan ibaret değildir; dünya kadar, belki çok daha büyük bir salonda, evinin, bürolarından birinin daracık odasında, insanların kalplerinden, omuzlarından birbirlerine eklemlenmeleri, göz göze, gönül gönüle, birbirlerine incelikli bağlarla bağlanmaları, bütünleşmeleri, acılarını, sevinçlerini, hüzünlerini, umutlarını yüzde yüz paylaşmalarından ibaret bir huzur hâlidir.

İnsanlık, içinde yabancı olabileceğini düşündüğünüz tek bir ferdinin bile bulunmadığı, her ferdini çok yakından tanıdığınız ve
sorumluluğunu da omuzlarınızda taşıdığınız büyük bir ailedir.

İslâm dünyasının ve İslâm ümmetinin, yalnızca dinî bir duygu olmaktan öte, yakîn hâlinde bir inanç, mutlak bir sorumluluk, ilke ve bilinç olduğunu da aynı dilden ve aynı pencereden dinleyip görürsünüz.

Bir insan, bir müslüman için kişilikli olmak, kimlik sahibi olmak ne demektir, yine aynı sohbetlerin yakıcı, uyarıcı ve sorumluluğa çağıran dilinden öğrenmişsinizdir.

Yakın tarihimizden ve kültür çevremizden pek âşina olduğumuz bir dil ve üslûpla değil, sorgulayıcı bir dil ve üslûpla anlatılan bu muhalif duruşu, özgüveni, itiraz etme cesaretini, çok uzağımızda, hiç erişemeyeceğimiz gerçekliklermiş gibi hüzünle de izlemişsinizdir.

O büyük ölçekli dünya haritalarından birisinin ortasında bütün yolların kesiştiği birer kavşaktan ibaret olan Atasoy Müftüoğlu’nun bu mütevazı mekânları, sayısız tanıklarının çok iyi bildiği gibi hem maddî imkânları hem de fizikî koşulları itibariyle son derece sınırlıydı. Etkisi, bereketi de buradaydı…

Atasoy Müftüoğlu’nun mekânlarının ilkinin, Eskişehir Belediyesinde çalıştığı yıllarda gelen-giden evrak kayıtlarının yapıldığı, beş altı metrelik odası olduğunu söylemek mümkün. Bu oda, eski belediye binasının (yanılmıyorsam) ikinci katında ve yine yanılmıyorsam bütün devlet dairelerinde olduğu gibi merdiven başına çok yakın bir yerdeydi. Odanın neredeyse yarısını kaplayan ve orta yerde duran eski demir, orta boy bir masa ve üzerindeyse açıldığında masayı bütünüyle kaplayan, bildiğimiz o, kalın ve uzun evrak defteri…

HER KESİMDEN İNSANI KUŞATAN BİR MEKAN

Günün her saatinde gelenin gidenin hiç eksik olmadığı bu küçük odada, masanın önünde iki sandalye bulunurdu ama misafirlerin sayısına göre komşu odalardan bulunup getirilen sandalyelerle birlikte çaycının arada dolaşması için bile yer kalmazdı. Hiçbir belediye başkanına nasip olmayacak şekilde, Türkiye’nin her tarafından insanların uğradığı büyük bir merkez mekân ve bir kavşak noktasıydı.

Yaklaşık yarım yüzyıl boyunca zamanının Büyük Doğu, Diriliş, Edebiyat, Mavera, Yönelişler… gibi daha birçok düşünce ve edebiyat dergilerinin, gazetelerin, yayınevlerinin Anadolu’nun orta yerindeki merkeziydi. Bir ‘devlet dairesi’nin küçük odasını ‘mekân’ yapan da her kesimden insanı kuşatan Atasoy Müftüoğlu’nun sıcak dili, ilişki biçimi ve evrensel ufkuydu.

Hem işlevi hem de işleyişi itibariyle kendisinin oturduğu evler de şüphesiz bu odadan farklı değildi. Özellikle ilk üç evi başta olmak üzere, çok sağlıksız evlerde oturdu. Bu evlerde yaşamak, sağlıklarına mal oldu. Isınma, barınma, misafir kabul etme açısından son derece kötü koşullara sahipti bu evler.

Bununla birlikte günün her saatinde, gece gündüz kapısı çalınan evlerdi. Hangi vakitte olursa olsun (gecenin yarısında bile) gelen hiç kimsenin, bu kapılardan geri çevrildiği vaki değildir. Misafirliğin ve misafirperverliğin âdâbını ve sınırlarını çok aşan bir başka ilişki biçimiydi. Kuşkusuz hassasiyetleri, sınırları, mesafeleri aşındırma, ihlâl etme gibi bir ‘kültür düzeyini’ de ifade ediyordu.
Evrensel bir kavşak noktasıydı. Bu nedenle ‘ev’den çok birer ‘mekân’dı hepsi de. Her saatte, gelen herkese ikram edilecek bir şeylerin mutlaka bulunması, hayret edilecek bir durumdu. Hanımefendinin sabırla, özveriyle ve büyük bir hünerle, istisnasız her gelen misafir için hiçbir zaman yüksünmeden, imrenilesi bir sabırla ve metanetle kurduğu o eşsiz, nefis, bereketli sofralar, Atasoy Müftüoğlu’nun sıcak dili ve evrensel düşünceleri kadar değerli ve etkiliydi. Aynı zamanda bu durum, bir evi ‘ev’, bir mekânı da ‘mekân’ yapan elin katkısına işaret ediyordu.

Bu anlamda, üçüncü evindeki (Deliklitaş Mah., Nilüfer Sokak, giriş katı) bir tanıklığımı paylaşmak isterim: Kendisini ziyarete gittiğimizde bize kapıyı açan Atasoy Müftüoğlu, soluk soluğa ve ter içindeydi. Bizi içeri aldıktan sonra hayretimizi gidermek amacıyla durumu anlattı. Gece saat ikide yurtdışından birisi gelmişti. Eskişehir’den geçerken de gecenin yarısında uğramak istemişti. Atasoy Müftüoğlu kendisini terminalde karşılamış, eve kadar bavullarını birlikte taşımışlar, ağırlamış, sabah da kahvaltıdan sonra yine bavulları yüklenmişler, terminale götürüp uğurlamış. Bizim gözümüzle bakınca, ‘o insan’ için buna değer miydi? Bir de kendi fotoğrafına zarar vermiyor muydu bu ilişkiler? Onun içinse, gecenin bir yarısı da olsa bir insan kapısını çalmıştı, kim olursa olsundu…

Babası, annesi ve kardeşleriyle birlikte Eskişehir’e taşındıklarında yerleştikleri ilk evleri, Vişnelik’te bir gecekondudur. Çatısının üzerlerine çökmesi sonucu bu evden taşınmak zorunda kalırlar. İkinci evleriyse daha önce Eskişehir’de çalıştığı yıllarda Cemal Süreya’nın da oturduğu Zambak Sokaktaki evdir. Atasoy Müftüoğlu evlendikten sonra bu evdeki ilk ziyaretimden bende kalan; odaların, salonun, kanepelerin altının, üstünün, her tarafın lebâlep kitapla dolu oluşu ve Ruhi Su’dan dinlediğimiz Yunus Emre, Karacaoğlan plâklarıdır… Savaş Caddesi, Kardeşler Apartmanı, 81/13 nolu eviyle şimdilerde oturduğu Vişnelik mahallesindeki evi, özellikle de bürosunun kapanmasından sonra daha yoğun bir şekilde önceki evlerinin sorumluluğunu ve işlevlerini sürdürüyor.

ÖĞRENCİLER İÇİN MEKAN

Atasoy Müftüoğlu’nun Eskişehir’deki bir başka mekânı da ‘cemaat evi’ olarak bilinen öğrenci eviydi. Çeşitli liselerden, kendisinin ve çevresindeki arkadaşların ilgilendiği öğrencilerin gelip gittiği evdi burası: Postane sok, no: 35. Öğrencilerle sohbetler yapılır, kitaplar üzerinde tartışılır, yazı yazmaya çalışanlarla ayrıca ilgilenilirdi. Selahattin İpek, Yaşar Düzcan, Ömer Özsöğüt, Mehmet Doğan, Nabi Avcı, Ahmet Kot, Hüseyin Atlansoy, Haydar Ergülen, Muhittin Yılmaz… gibi daha birçok isim bu mekânlardan geçmişlerdi.
Bu öğrenci evinin işlevine bağlı, hatta bu işlevi tamamlayıcı olarak yürütülen Gazve Kitabevi de aynı mekânlardan biriydi. 1972-1973 yıllarında, Eskişehir’de, 2 Eylül Caddesinde, meydana yakın, parkın karşısında açılmıştı. O yıllar Türkiye’sinde Anadolu’nun büyük ve devingen kitabevlerinden biriydi. Kitap almak için Ankara’dan Gazve Kitabevi’ne gittiğimiz olurdu. Türkiye’nin düşünce, kültür, sanat nabzını tutabiliyordu. Gazve Kitabevi de ‘mekân’ olarak Atasoy Müftüoğlu’nun düşüncesinin, dilinin, hassasiyetlerinin, evrensel bakış açısının, ilişki biçiminin etkisini ve özelliklerini taşıyordu.

Yine bu bağlamda, Eskişehir’deki bu mekânların ve bu açının tezahürü olarak Deneme ve Gelişme adıyla iki de dergi yayınlandı. Her iki dergi de Anadolu koşullarında, Eskişehir’de yayımlanmasına karşın, Atasoy Müftüoğlu’nun mekânlarının dikkatinin ve açısının eseri olarak ‘Türkiye dergisi’ydi. Özellikle Gelişme’nin, bugün bile arşivlerimizde önemli bir dergi olarak yerini aldığı görülecektir.

Atasoy Müftüoğlu’nun da yer aldığı kültür, düşünce ve yazı geleneğinde büro, çalışma ofisi gibi özel ‘mekânlar’ pek yaygın değildir. Hatta önemli çoğu dergilerin bile müstakil bir yönetimevinin olması yeni sayılır. Dergiler, bir dostun iş yerine sığınarak sürdürür yayınını. Evler, ofisler, adres gösterilir.

Atasoy Müftüoğlu, Eskişehir koşullarında bu geleneği çok geç ve zor da olsa değiştirdi. Yazar olarak bir ‘mekânda’ çalışmak, kendisini ziyarete gelenleri kabul etmek, görüşmelerini yapmak amacıyla bir ‘büro açması’ 1985-1986 yıllarında gerçekleşti. Bu yıllardan itibaren herkes artık, ‘Atasoy Ağabeyin bürosuna gitmeye’ başladı. İlk bürosunu, dış politika yazarı, gazeteci Fikret Ertan’la ortak kullanmak amacıyla Zeyrek İşhanı’nın üçüncü katında, tek oda olarak açtılar. Hatta bir süre eşyası olmayan bu odaya gidip gelmeye devam ettiler. Sonra da derme çatma, tanıdıkların kullanılmayan eşyalarından bir büro düzeni kurdular. Ne yazık ki bu tarz ‘büro döşeme’ işi onun bütün mekânlarının kaderi oldu ve böyle sürdü. İkinci bürosu, Sakarya İşhanı, 5. Kat, no, 51’de ve yine tek odadan ibaretti. Üçüncüsü, Yasin İş Merkezi, 2. Kat, no, 103’te; dördüncüsü de yine Yasin İş Merkezi, 4. Kat, 143 nolu tek odalı birer mekândı. Burası son bürosu oldu ve 30 Mart 2015’te, belki de bu mekânların çok işlevsel olduğu ve çok ihtiyaç duyulan bir dönemde kapattı. Yaklaşık otuz yıl bu dört mekânda çalıştı; okudu, yazdı, konuştu, eşiyle dostuyla, gençlerden oluşturduğu gruplarla görüştü; binlerce insana dokundu…

Ne yazık ki bu binlerce insan arasından çok azı bu mekânların değerini anladı ve açık olduğu günlerin de kapanışının da neye tekâbül ettiğini kavrayabildi.

Bu mekânların dördü de hemen hemen aynı yalın düzene ve insanî özene sahipti. Aynı sıcak, dost ve kardeşlik iklimini soluyordu. Herkes, soruları, sorunları ve sözleriyle gelirdi buraya; yalnızca burada duyabileceğiniz ince bir dille yapılan dualarla da ayrılırdı. Dünyanın dağdağasıyla, önce yakalanan, yakaladıktan sonra da kaybetmemek için ne denli büyük mücadelelerin verildiği o büyülü hayat standartı endişesiyle çoktan unuttuğumuz ‘insanla ilgilenme’ gibi bir erdemi, o, uzun yıllar, ‘yoksunluk-yoksulluk’ sermayesinin yenilmez gücüne yaslanarak bu mekânlarda sürdürdü. Sürüye karışmadan düşünmenin, konuşmanın, direnmenin, eğilmemenin dilini ve yolunu, her yaştan insanlarla paylaştı, yaşamaya ve yaşatmaya çalıştı.

Her yıl, yüzlerce öğrenci, bu mekânlarda binlerce kitaba ulaştı, çok farklı ufukları tanıdı. Alışılmışın, eskimişin ve bize ezberletilenlerin dışında ezelî ve ebedî hakikatin olduğunu, bu dünyaya ve olup bitenlerin tümüne bu hakikatin açısından bakmamız gerektiğini duydu ve öğrendi. Sürekli ve acımasız bombardımana tabi tutulan kalbimizin ne denli değerli olduğunu hissetti, yaralarının nasıl sarılacağına kafa yordu. Verili hiçbir dilin, gerçekte bizim dilimiz olmadığını, hakikatin dilinin asla yalana teslim olamayacağını gördü. Siyasanın, ekonomik gücün, düşüncenin, bilimin, sanatın, edebiyatın, kültürün, en başta da inancın, bütünüyle hayatımızın, ancak hakikat düzleminde ve hakikatle var olabileceğinin sürekli altının çizildiğini fark etti.

Kuşkusuz, bu mekânlarda, bütün bunların kıymetini bilenler ve kapıdan girdiğinde ‘nereye geldiğini’ anlayanlar oldu; hiçbir şeyin farkına varmadan, gördüklerini, duyduklarını unutup sonra da ardına bakmadan çekip gidenler de… Çünkü herkes, eninde sonunda insanî bir serüvene dahildi…

Bugün hem Eskişehir hem de Türkiye, Atasoy Müftüoğlu’nun mekânlarının ve daha birçok benzer mekânların sağladığı insan, düşünce, bilim, kültür, sanat, edebiyat, siyasa birikiminden önemli ölçüde yararlanıyor: Ne yazık ki kadir kıymet bilmez bir biçimde ve hoyrat bir mirasyedi gibi bu mekânların yaşatılmasına ihtiyacımızın olduğunu bile hissetmeden…

Related Posts

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir